
Selalar okunuyor uzun uzun. Önce ezan zannediyorum ama öğle için geç ikindi için bir hayli erken. Sela bitince imam duyuruyor “Yusuf oğlu Emin Hakkın rahmetine kavuşmuştur. İkindi namazına müteakiben namazı kılınacaktır.” Tanıdık geliyor isim ama emin olamıyorum. Zaten bu megafondan gelen sesleri hiç anlamıyorum. Sela okunduğuna göre biri ölmüştür. “Allah rahmet eylesin.” deyip yoluma devam ediyorum. Biri ölünce yapacağım tek şey bu oluyor, kimmiş, neymiş, neydenmiş hiç ilgilenmem. Nasıl olsa tanımıyorum, bilmiyorum. Ölüm bana ve çevremdekilere hep uzak olmuştur. Kelime olarak bilirdim ölümü. İlk altı yaşındayken ölüm kelimesini duydum. İlk kez o zaman tanıştım onunla. Koyunum kıpırdamayınca dedem,
“Yusuf oğlum zorlama, ölmüş kara koyunun.”
“Ölmüş ne demek dede?”
“Yani göçtü, başka memlekete gitti, merak etme zamanı gelince biz de gideceğiz yanına. Hem sen arada ona saman vermeyi unutuyorsun ya bak orda istediği kadar saman yiyebilecek. Üşümesin diye montunu üstüne örtüyorsun ya onun gittiği memlekette mevsim hep yaz.”
“Ama bu sefer çok terleyecek.”
“Bu yaz senin bildiğin gibi bir yaz değil, bu yaz hiç terletmez.” Ölümle ilgili bildiğim tek şeyin terletmeyen bir yazı olduğu ve istediğin kadar saman yiyebildiğin.
Selalar hep uzaktan geliyordu kulağıma okuldan uzaklaşırken. Hep dedem giderdi cenaze namazına. Bize hep uzak olurdu bu evler. Dedemin nefes nefese kalışından “Yusuf bir su getir dedene.” deyişinden, soğuyan helvadan anlardım. Bazen kavrulan helvanın kokusunu alsam da o helva hep soğurdu bize gelene kadar. Ağıtları duysam da hiç anlamazdım söylenenleri. Hiç dokunmadım geride kalanların gözyaşlarına. Mezarlık desen taa köyün başında, hiç görmedim. Tabutun taşınışına, ölünün kabre konuşuna, imamın Yasin okuyuşuna, kalabalıkların başınız sağ olsun deyişlerine de şahit olmadım.
Selalar hep uzaktan gelirdi kulağıma eve doğru yürürken. Dedem türkülerle büyüttü beni. Annem babamla değil dedemle oynarken hiç rastlamadım ölü birine. Bir zaman okuduğum bir kitapta anladım işin aslını. Biz vampirler gibi ölümsüzdük. Bunu dedeme söylediğimde inanmadıysa da ben ilk kez ona inanmamayı seçtim.
Selalar yakından geliyordu eve yaklaşırken. Kavrulan helvanın kokusunu alıyorum. Ağıtları duyuyorum her kelimesini anlayarak. Yasinin son sayfası okunuyor. On yaşındayken dedem ezberletmişti oyuncak araba karşılığında. İlk kez imamı görüyorum beyaz sarığıyla. Kalabalığa şaşırıyorum, tüm köy bizim avluda. Aralarında nenemi zar zor seçiyorum, beyaz yemeni takmış halbuki onu soluk gösterir diye asla tercih etmez. Elime tutuşturulan helva, dilimi yakınca anlıyorum selalarının bizim evde yükseldiğini. O an anlıyorum ölümsüzlük zincirinin kırıldığını. Gözüm dedemi ararken boğazımın düğümlenmesine, gözyaşlarımın kendiliğinden akmasına mana veremiyordum.
Selalar yükseliyordu bizim evde. “Yusuf oğlu Emin” derken benim dedemmiş. Emin, Emin de kimmiş onun adı Dedem’di. Ölümle ilk tanışmamızdı bu. Bir kış günü onu tabut dedikleri bir tahta parçasının içine koydular. Bir anda bağırıyorum,
“Çıkarın onu, o üşür orda dedem sevmez soğuğu, dizleri ağrır sonra.”
“Yaz orası Yusuf yaz hem de terletmeyen bir yaz.”
Mezarlığa gidiyorum ilk kez meğer ne çok sakini varmış. Dedemi kabre koyarken onu bir bez parçasıyla görüyorum. Üzerine toprak atarken kendimi tutamayıp tekrar bağırıyorum,
“Ağzına hep toprak girecek, dedem nasıl yemek yiyecek?”
“Ne zaman ne kadar isterse saman yiyebilecek. Kimse öğünlerini unutmayacak Yusuf.”
Selalar yakından duyuluyor artık. Ölümle yüz yüzeyim, helvalar hep sıcak, ağıtlar anlaşılır, imam tanıdık. Zamanı gelmeden imamı çekiyorum kenara.
“İmam Efendi, senden bir ricam olacak.”
“Buyur Yusuf”
“Ben ölünce babamın değil de dedemin adıyla selamı okur musun?”
“Olur mu evladım, olmaz.”
“Olur İmam Efendi olur, vasiyetim say bunu.”
Selalar okunuyor uzun uzun. Ezan sanıyorum önce ama öğle için geç ikindi için bir hayli erken. Sela bitince imam ekliyor, “Emin oğlu Yusuf Hakkın rahmetine kavuşmuştur. İkindi namazına müteakiben namazı kılınacaktır.” İlk kez anlıyorum megafondan gelen sesi.